16 Nisan’daki ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ referandumu şaşırtan bir hızla ‘uluslararası’ bir nitelik kazandı. Almanya, İsveç derken Hollanda ile ‘kriz’ çıktı ve göründüğü kadarıyla sırada Danimarka var. İnsanın içini acıtan, milliyetçi konseptlerin hala en etkili seçim kazanma yol ve yöntemi olarak ‘iş görüyor’ olması…
Aslında halen yürürlükteki yasalara göre yurt dışında seçim kampanyası yapmak imkanı yok. Denilebilir ki Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu başta gelmek üzere AKP’li bakanlar Almanya’ya, İsveç’e, Hollanda’ya seçim kampanyası yapmaya değil “vatandaşlarla buluşmaya” gitmek istiyorlar ve engel olunan bu “buluşma”. Herhalde bu tür bir açıklamanın, sahipleri nezdinde dahi herhangi bir inandırıcılığı olmasa gerektir. Referandum öncesinde vatandaşlarla buluşma toplantı ve mitingleri yapma ihtiyacı duymanın bir “anlamı” var ve o da tabak gibi ortada. Zaten yurtdışındaki yurttaşlar, seçimden seçime hal hatırlarının sorulmasının anlamını gayet iyi biliyorlar.
AKP temsilcilerinin engellenmesinin “Ama sizin yasalarınız?” gibi bir gerekçesi yok elbette. Bunun da bir “anlamı” var ve o da “tabak gibi” meydanda. Misal, 15 Mart Çarşamba günü Hollanda’da parlamentoyu yenileme seçimleri var ve Hollanda’daki ırkçı Özgürlük Partisi (PVV) “yükselişte”. PVV’nin taraftarlarını artırdığı vaatleri arasında camilerin ibadete kapatılması, Kuran’ın yasaklanması, mülteci barınma merkezlerinin kapatılması var. PVV’nin Hitler özentisi lideri Geert Wilders, her ağzını açtığında ülkesindeki yabancılara “Gidin ve bir daha geri gelmeyin” çağrıları yapıyor. Açık ki iktidardaki Özgürlük ve Eşitlik Partisi (VVD) lideri Başbakan Rutte de bu reel durum ve gidişattan olumsuz manada etkileniyor… Nitekim Avrupa’nın etkili gazetelerinde yapılan yorumlar, bu krizin Türkiye’de AKP ve Erdoğan’a, Hollanda’da Wilters’e yaradığı yönünde.
Arada Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland gibi sağduyu ve diyalog çağrısı yapanlar oluyor. Jagland yaptığı yazılı açıklamada, “Bu durum demokrasi ve diplomasiye zarar veriyor. Bu gerginliğin daha fazla tırmanmasına izin veremeyiz. Yurt içinde ve yurt dışında yaşayan bütün Türk vatandaşlarına anayasa değişikliği konusunda yeterli bir şekilde bilgilenme fırsatı verilmesi gerekirken, referandum kampanyası açık, kapsamlı ve adil olmalı” dedi. Ama seçim atmosferi devam ettiği müddetçe “diyalog” ve “diplomasi” çağrılarının etkili olması, fazla iyi niyetli bir beklenti olur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet sözcüleri birbirinden ağır ve sert açıklamalar yaptılar. “Nazi” benzetmesi, “faşizm” suçlaması neredeyse “rutin” bir hal aldı. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun “lale” ile ilgili argo teşbihler yapması da kolay unutulacak gibi değil. Nitelik bu “sertlik” sokaklara da yansıyor; protesto gösterileri ve “Gösterelim günlerini!” şeklinde özetlenebilecek bir milliyetçi rüzgar esiyor. MHP zaten “malum” da, CHP de bu rüzgar “Evet” rüzgarına dönüşmesin diye “milli” bir pozisyon aldı; “Hollanda ile ilişkilerimizi askıya alalım” çağrısı yapıyor hükümete.
Hollanda ile, yetmedi Almanya ile ilişkileri askıya almanın Türkiye açısından ne gibi sonuçları olur acaba? Mesela ekonomik olarak? Mesela AB ile ilişkiler bakımından? Tabii şu ara böyle “ince” ve “derin” düşünmenin alemi yok; rüzgarın esintisi kime ne getirir, ona bakmak lazım…
Sanırım herkes Avrupa ile ilişkilerdeki patlak veren bu krizin “seçime ayarlı” bir kriz olduğunun farkında. Ama tam da bu noktada soru ve sorun şu: Mevcut seçim atmosferi dağılınca ilişkiler yeniden “normale” dönecek mi? Nasıl?
Bence asıl sorumsuzluk da bu sorunun cevabında gizli.
Çünkü Avrupa’da tırmanan ırkçı yabancı düşmanlığı siyaseti giderek gündemden düşen değil daha fazla taraftar bulan bir nitelik taşıyor. Ve bu yabancı düşmanlığının hedefinde dünyanın dört bir yanından yerini yurdunu terk ederek Avrupa’ya gelmiş mülteciler ve Müslümanlar, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları var. Erdoğan ve AKP, Avrupa’daki ırkçı çevrelerin “ihtiyaç” duyduğu somut “hedef” durumuna geldi ve geliyor…
Bunun Türkiye ile ilgili boyutu da iç karartıcı. Tırmanan milliyetçiliğin Avrupa’ya yönelmesi, temel sorunumuz olan demokratikleşmenin ivme ve temposunun “çakılmasından” başka bir sonuç doğurabilir mi? Bunun ekonomik, siyasi ve diplomatik alanda da tahripkar etkileri olacağı besbelli.
Bunlar sorunun “kalıcı” hasarlara yol açacak olası sonuçları. “Asıl sorumsuzluk bu” dememin sebebi de bu. Seçim kazanmak geleceğimizi karartmaktan daha önemli ve hayati bir şey mi?
Avrupa ve Türkiye’nin yolu burada kesişiyor. Avrupa, tarihindeki acı deneyimleri unutmadan ırkçı, faşist düşünceleri mahkum etmek görev ve sorumluluğuyla baş başa. Geliştirdiği demokrasi standartlarıyla bir değerler ölçütü olan Avrupa Birliği ve faşizm, birbirini reddeden kutuplardır. Avrupa değerlerinin zarar görmesi sadece Avrupa için değil insanlığın uygarlaşma serüveninin zarar görmesidir.
Aynı şekilde demokrasi yolundan çıkan Türkiye, sadece Türkiye için değil, bulunduğu bölge, Avrupa ve dünya için de etki ve sonuçları olumsuz olacak bir kayıptır…
Hiçbir seçim, ortak geleceğimizi tehlikeye atmaya “değer” değildir…